15 Eylül 2019 Pazar

Kitap Filmler Ve Çeşitli Yazarlar İle İlgili Eleştiri +11

Kitap Filmler Ve Çeşitli Yazarlar İle İlgili Eleştiri +11

                                                                   1.
Eleştirmenler, Uşaklıgil'in en iyi yapıtının "Aşk-ı Memnu" olduğunda birliktirler ama romanın neyi anlattığı ve tezi konusunda ayrılırlar. Birçokları romanın ana temasını Bihter'in yasak aşkında bulur. Bazı­ları ise Batılılaşma bunalımındaki toplumumuzun sorunlarını, değer­lerini elden kaçıran eski hayatın umutsuz direnişini, zenginliğe he­veslenen kadın iştihasının düşeceği kaçınılmaz tuzakları, sarsılan ahlak ölçülerimizin kargaşasını verdiğini söyler. Her şeyden önce onun ne tür bir roman olduğuna dikkat etmeliyiz. Hakkında yazanlar onu ya ahlaksal bir bildirisi olan ya da İstanbul'daki Türk toplumunun bir kesiminin yaşamını yansıtan bir roman olarak yorumluyorlar. "Aşk-ı Memnu" topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkiye dönük romanlardandır. Uşaklıgil, somut ve tek olan bir evliliğin belli koşul­lar altında nasıl işlediğini, belli insanların arasındaki ilişkiler örgüsü­nün niteliğini ve gelişimini anlamaya - anlatmaya çalışır.

yazarlar kitaplar ile ilgili görsel sonucu

2.
"Yaban" ya aydın ile köylü arasındaki uçurumu içtenlikle dile getirdi­ği, bu yarayı cesaretle deştiği ve Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığıyla önümüze serdiği için övülmüş ya da tek yanlı ol­duğu, gerçekleri çarpıttığı ve köylünün yalnız olumsuz yönlerini an­lattığı için eleştirilmiştir. Tartışılan sorun hep şu olmuş: Yakup Kadri'nin sergilediği köylü gerçeğe uyuyor mu uymuyor mu? Yaban'ı ro­man olarak ele alıp inceleme çabaları yok denecek kadar az. Oysa Türk romanı tarihinde önemli bir yer tuttuğunu, etkileyici ve çarpıcı olduğunu inkar eden de yok. Anlaşılan romanın bu çarpıcılığını içe­riğine borçlu olduğu düşüncesi yaygın. Yaban'da özensiz yazıldığı kanısını uyandıran ya da romandan çok denemeye benzetilmesine ve eleştirmenlerin dikkatinin içeriğine çekilmesine neden olan şey belki de Yaban'ın roman türünün en önemli özelliklerinden yoksun görünmesi. Bir olay örgüsünün olmaması.

3.
İnanç yozlaşmasının yaşandığı bir Osmanlı toplumunda doğan Hü­seyin R. Gürpınar, gerçekçi ve doğalcı yöntemle yazdığı bütün ro­manlarında, bilime ve maddeye olan inancını temel dünya görüşü olarak ele alır. Cahil toplumun gören gözü, duyan kulağı, düşünen beyni olmayı yeğler. Romanlarında çizdiği İstanbul hiç iç açıcı bir kent değildir; birbirine ihanet eden karı kocalar, açlıktan sokağa ve kötü yola düşen çocuklar, dini ve boş inançları, kötüye kullanarak ca­hil halkın sırtından zenginleşen asalaklar, savaş zenginleri... Yazar "Mutallaka" (Boşanmış Kadın, 1898) romanında "Boş ol!" diye eşini boşayan bir adamı anlatır. Aile içi sorunlara, bu sorunların doğurdu­ğu trajik sonuçlara değinirken; okura, eski nikahın (imam nikahının) böylesine kolayca, düşünmeden bir öfke anında söylenebilen iki söz­cükle ortadan kalkabileceğini, bu nedenle de tarafların nice acılara katlanmak zorunda kalacağını duyumsatır. Bu eleştiri yazısı hangi yöntemle yazılmıştır? Yazınız. 

4.
Dünyada çeşitli milletler vardır. Bu milletlerin dilleri arklı olduğu gibi hayata bakış tarzları, değerleri yani geniş manasıyla medeniyetleri de farklıdır. Bu yüzden her medeniyet kendi değerlerini muhafaza edebilen insan tiplerini yetiştirir ve ancak böylece ayakta durabilir Türk tarihinde başlıca üç ana devre görmekteyiz: Atlı göçebe Türk medeniyeti, İslami devre ve Çağdaş Batı medeniyetine geçiş dönemi. Türkler tarih sahnesine Orta Asya bozkırlarında çıkmış ve yüzyıllar boyunca akıncı bir hayat yaşamışlardır. Bu akıncı Türklerin ideal insan tipine "alp" denebilir. Alp tipinin en önemli özelliği iradesiyle dünyaya hakim olmak istemesidir. Atlı göçebe Türkler manevi yönlerini besleyen İslam sayesinde Selçuklu ve Osmanlıyı kurmuştur. Bu organizasyonda hiç şüphesiz “gazi” tipine dönüşen “alp”tipiyle, maneviyatı besleyen “veli”lerin önemli rolü vardır. 

5.
Namık Kemal'e göre Avrupa'da refahı sağlayan şeyler; özgürlük, eşitlik ve "fen"di. O, Batı'da teknolojinin ya da başka bir deyişle top­lumsal yapının ürettiği ideolojinin bir parçasını alıp İslam ideolojisine yamayarak Osmanlı imparatorluğunun gerileme sorununa bir çözüm getirebileceğine inanıyordu. Bunu da aydınlar yapacaktı. Bu yüzden "Yeni Osmanlılar'ınki de toplumsal bir tabana oturtulmamış bir giri­şimdi. Ama beri yandan Tanzimat Batıcıları halktan kopma ve halka sırt çevirme yanlışına düşmediler. Çünkü İslam ideolojisini ve Os­manlılıklarını sürdürerek Batı'dan yararlanmaktan yanaydılar. Batı'dan ithal etmek istedikleri aydınlanma felsefesi gereği cehaletle savaşmak için halka yönelmek zorundaydılar. Başarılı olmaları için Türkiye'de kafaların aydınlatılması, halkın eğitilmesi gerekiyordu. Bu anlamda Yeni Osmanlılar halka dönüktü demek yanlış olmaz. Bu amaçla gazete ve edebiyatı kullandılar.
4.
Osmanlının son dönemlerinde yönetici sınıf ile yönetilen sınıf arasın­da kopukluk vardı ama 19.yy'ın ikinci yarısındaki durumu daha ön­cekiyle karşılaştırmak için işin başka bir yönünü anımsatmakta fay­da var. Söz konusu bu yön; iki sınıfı, iki kültürü birleştiren genel ide­olojidir. Devletin dini İslam'dı ve her ne kadar halkın din anlayışında kendine özgü öğeler var idi ise de İslam ideolojisi Osmanlı impara­torluğunun genel ideolojisiydi ve iki sınıf için ortaktı. Bu ortaklık yal­nızca soyut bir inanç düzeyinde de kalmıyordu. İdeolojinin yaşayış biçimlerine geniş ölçüde şekil veren pratiğini de içine alıyordu. Bu pratik; bayramları, orucu, mevlidi, iftarı ile yönetici sınıfla halkı bütün­leştirmeye yönelik bir eylemdi. Kadın erkek ilişkisini bu ideoloji belir­lediği için saraylardaki harem-selamlık, halk arasında da en azından kaç göç biçiminde bir yaşam geçerliydi. Bu eleştiri yazısı hangi yöntemle yazılmıştır?
5.
Ahmet M. Efendi gibi sanatın yararlı olması gerektiğine inanan ve halk için yazan Hüseyin R. Gürpınar, "sanat için sanat" ilkesine ina­nan ve seçkinlere seslenen Uşaklıgil'in tam karşı kutbunda yer alır ama halka aşılamak istediği dünya görüşü bakımından da Ahmet Mithat'ın. Romanı halkı eğitmek amacı ile kullanma konusunda Ah­met Mithat'ı izleyen Gürpınar'ın ondan ayrıldığı nokta, getirmek iste­diği değer değişikliğinin çok daha köklü olmasıdır. Ahmet Mithat te­melde, halkın İslam ideolojisinden kaynaklanan değerlerini paylaşan bir adamdı. Gürpınar ise politika, din ve ahlak alanlarında halkın gö­rüşünden çok ayrı fikirler besliyordu. Özellikle İkinci Meşrutiyet'in ila­nından sonra yazdığı romanlarında. Halkın geleneksel inançlara, gö­reneklere ve dine dayalı zihniyeti yerine; Batı'nın akla, bilime dayalı pozitivist zihniyetini yerleştirmeye çalışmıştır.
6. 
Yeni çıkan kitabı karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden de onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem, "Hatırlamasaydım keşke şunu!" derim. O yazımda, Orhan Veli ile arkadaşlarının, yani Oktay Rıfat'ın, Melih Cevdet'in şiirlerini okurken bende de şiir yazmak hevesi uyandığını söylüyordum. Geçmiş gün, yanılmıyorsam bir yerinde de şöyle diyordum: "Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinivermeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini, dünyaya bir şair gözüyle bakmayı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum." Kitabı karıştırırken gene durdum o ilk şiirlerin üzerinde. Bilmem ama
bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini: "Robenson", "insanlar", "Bayram", "Hicret"... Hepsi de şiir yazmak hevesi uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rıfat'ın şiirde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlayıveriyor. Küçücük bir kitap ama bir şairden, gerçek bir şairden kalma bir kitap, neler neler var içinde...
7.
Deniz insanlarına olan hayranlı, Cevat Şakir'i, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırılmaya götürür. Uluç Reis (1962 Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür. Cevat Şakir'in öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu'nun kültür kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır.Cevat Şakir, bir yandan mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken öte yandan Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan'da değil, Anadolu serip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu'nun Sesi (1971) ve Hey Koca Yurt'ta (1972) İyonya (Anadolu) Kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey aslında Ege bölgelerinde yeşermiş aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımını ürünüdür. "Balıkçı”ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya'da atılmıştır. Sokrates ve Platonla, bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır.
 8.
Yunus'un güzellik anlayışında; Allah'a olan derin bir inanç, O'na duyulan sami­mi bir sevgi ve muhabbet ile derin bir aşk iştiyakında "fena fillâh" mertebesine ulaş­mak vardır. Yunus, dünya ve ahiret ni­metleri karşısında önce hayret ve hay­ranlığını gizleyememiş, bilâhare bu du­yuş ve düşüncesinden vazgeçerek Al­lah'tan sadece "Mutlak Güzellik" talebin­de bulunmuştur. Bundan ötürü şiirin dı­şındaki güzel sanatların hemen hepsi, evrensel bir hüviyet taşımalarına rağmen şiir; dil, ses, ahenk, ifade ediş tarzıyla olduğu gibi duyuş ve düşünüş yapısıyla da millî bir hüvîyete sahiptir. Ancak, şiirin muhtevasına taalluk eden bu millîlik, şii­rin dil ve şekil/form unsurları kadar kesin ve kalıcı değildir. Zira başlangıçtan bu yana menşei dine dayanan şiirin, muhte­vasını vücûda getiren bediî tefekkür un­surları, çoğunlukla "inanç" gibi evrensel bir hüviyet taşımaktadır. Şairliğinin ya­nında aynı zamanda büyük bir mutasav­vıf olan Yunus'un; "Yaratılmışı sevecek­sin yaratandan ötürü" sözüne dayanan "insan sevgisi"nin, "insanlık anlayışının yahut: "Mecnunlara Leylî gerek bana se­ni gerek seni" mısraındaki ilâhî aşk işti­yakının evrenselliği tartışılamaz. Ancak biz, Yunus'tan günümüze kadar gelen bu sesi, bu söz kudretini, Allah'ın bize bah­şettiği ana dilimizin ifade zenginliği ile se­simizin derin ahengi sayesinde duyabil­mekteyiz.
9.
Halide Edip'in erken dönem romanları "otobiyografik roman"sa, "ideal kadın" yazarın kendisiyle özdeşleştirilebilir ve kurgu, yani erkek anlatıcının ideal kadına aşkı veya hayranlığı yüzünden benliğini yitirmesi, belki de yazar için belli bir ego tatmini işlevi görür. Fakat romanların ya­pısal özellikleri dikkate alınırsa, yazma işleviyle bağlantılı olarak ikinci bir okuma yapmak da mümkündür. Bu okumaya göre, kadın olarak kendini yazma müca­delesi içindeki Halide Edip'in egosu sa­dece ideal kadın karakter olarak değil, "erkek anlatıcı" ile "ideal kadın" kimlikleri arasında parçalanmış bir ego olarak metne yansır. Bu iki karakter arasındaki ilişki ise metinlerde bir bütün ego yarat­ma mücadelesidir. Yazı üzerinde otorite hiçbir zaman ideal kadına verilmez fakat yazarlık otoritesine sahip olan erkek de romanın akışı boyunca bu otoriteden mahrum bırakılır (örneğin Yeni Turan'da Asım).
10.
Ayverdi, eserlerinde hanımların yaşadık­ları zengin hayatın yanında, konakların çöküşe geçmesiyle birlikte, çektikleri se­faletten de bahseder. Küçüklüğünde ko­nak hayatını gören Samiha Ayverdi, ka­dın olması itibariyle konağın harem kıs­mında yaşayanları/yaşananları doğal halleriyle tanıma fırsatı bulur. Ayrıca, ya­zarın bu dönemde çocuk olması gözlem­lerine katkı sağlar. Çünkü Samiha Ayverdi'ye çocuk nazarıyla bakan hanımlar, onun yanında sırlarını çok rahat bir şekil­de ortaya dökerler. Böylece Ayverdi, bir bakıma konağın gerçek hâkimi olan bu hanımların hayallerini, dertlerini, iyi ve kötü yönlerini öğrenir. Öğrendiklerini ise, eserlerine aktarır. Özellikle romanlarında kadın kahramanlarını oluştururken, bu hanımlardan faydalanır. Romanlarındaki anlatımlarda, olaylara kadın penceresin­den bakabilmesinin yanı sıra duygu ve düşüncelerine vakıf olduğu bu kadınları birebir tanımanın rahatlığından istifade eder.
                                                          Harry Potter ve Felsefe Taşı   11. 
(Harry Potter and the Sor cer er's Stone) YAW NAAPTINIZ?
İngiltere’nin küçük civar cafeleri, salt soğuktan başlarını sokacak yer aramanın hevesinde olan, çünkü parasızlıktan evlerini ışılamayan bir anne ve kızma ev sahipliği yapıyorlardı o zamanlar. Hem kendini hem de küçük kızını eğlendirmek için kalemini ilk kez eline aldığında acaba J.K.Rowling’in aklına yazacağı hikâyelerin birer başyapıt olacağı, tüm dünyada 47 dile çevrileceği ve 100 milyondan fazla satış yapacağı gelmiş miydi? İsteyerek ya da istemeyerek, J.K.Rowling o kahverengi masalarda yeni kuşağa bir idol yaratmıştı: “Harıy Potter”.
1997 yılında 7 ciltlik "Harry Potter’’ serisinin ilk kitabı olan "Harry Potter ve Felsefe Taşı”nı beyaz perdeye taşımak isteyen Warner Bros, kitabın bütün haklarını satın alır. Senaryo, oldukça takdir edilen yazar "Steve Kloves”a verilir. Kloves 1999’da senaryoyu tamamlarken, "Harry Potter Fan Clubs” üyeleri milyonları bulmaktadır, üstelik üyeler yalnızca çocuklardan oluşmamaktadır. Senaryo sonrası yönetmen arayışlarına giren YVarner Bros ’un tabiki aklına hemen "Steven Spielberg” gelmiştir. Ne var ki, filmi Amerikanlaştırmayı düşünen Spielberg benim de anlamadığım bir şekilde film ekibini korkutmuştur. Böylece filmi almadığı mı yoksa filmin verilmediği mi şaibeli olan Spielberg in tahtına "Stepmom”, "Home Alone”, “Mrs. Doubtfıre” gibi filmlerle ismini duyurmuş olan İtalyan yönetmen Chris Colombus oturmuştur. 43 yaşındaki Colombus’un Harry Potter’la tanışması ise kızının kitabı eline tutuşturması ve asla geri alamamasıyla başlamıştır. Colombus ’a göre filmin yönetmenliğinin ona verilmiş olmasının sebebi adaylar arasında kitaba en sadık kalacak yönetmen izlenimi yaratmasıdır. Böylece Rowling, Colombus, Kloves ve yapımcı David Heyman 2000yazında süper dörtlüyü oluştururlar. Sıra oyunculara gelmiştir: Başkarakter "Harry Potter” ı bulmak 9 aylık çetin bir mücadele alır. İngiltere 'den ve hiç şansları olmasa da ABD ’den yaklaşık 16.000 aday çocuk katılır, ne var ki 16.001'inci olan ve daha önce de "David Copperfıeld”ın TV versiyonunda yer almış olan Daniei Radcliffe seçilir. "Harry”nin en yakın arkadaşları "Ron”ı Rubert Grini, "Hermione”yi ise Emma JVatson canlandırır. Sette yaklaşık 2000 çocuk ve her birinin 2-3 yedeği rol almıştır (ders zorunluluğu). Öğrencilere "Ben İngiliz'im ” diye bağıran formalar hazırlanmış ve gerek öğrencilerin gerekse diğer karakterlerin makyajları saatler almış. Filmde “Hogvvarts Cadılık ve Büyücülük Okulu” olarak hizmet verecek olan okul mimarisinde ise; Cambridge ve Oxford Üniversiteleri’nden akademik açıdan, Gloucester ve Durham Katedralleri ’nden ise kutsallık ve büyü açısından ilham alınmış. Bunca titiz çalışmalardan sonra ise "Titanic”den sonra hâsılat rekorları kırmaya hazırlanan "Harry Potter ve Felsefe Taşı ” ortaya çıkmış.
Film 1 Şubat’ta ülkemiz sinemalarında gösterime girdi ve “Yüzüklerin Efendisi” hayranlarının hayal kırıklığını paylaşacak birçok “Harry Potter” hayranı ortaya çıktı. Ben de sinemadan “Yaw naaptınız?” sorusuyla ve en korkunç yüz edasıyla çıkan hayranlardan bir tanesiydim. Artık nasıl olur demiyorum, çünkü bu soruya cevap vermiş olan birçok sinema yorumcumuz var. Başta kitabın çevirmeni olan Sevin Okyay’ın gelmesi de oldukça şaşırtıcı, ilk olarak Okyay gibi ben de “Harıy "mizin bir adet “Harry Potter Abi” olmaması gerektiğinden yanayım. Kitap genel algılandığından farklı olarak bir çocuk kitabı değildir, bunun farkını serinin 4. kitabını tamamlamış ve gece uyku sıkıntısı çekmiş olanlar da fark etmişlerdir kanımca. Kitap kahramanları çok daha olgun karakterdedirler ve kötü güçler çok daha korkunç tanımlanmışlardır metinlerde. Ne var ki film, “.Aman çocuklarımız korkmasın, aman Harıy Ahi’lerini sevsinler!” formatında öykülendiği için başarısız olması tabi ki kaçınılmaz. Sebep bulduğum ikinci başarısızlık ise ekibin “iflah olmaz İngiliz obsesifliği”dir. Bu takıntının nerden başladığı bilinmiyor; ama esrarengiz bir şekilde setteki 3000’e yakın kişinin yüzde doksan dokuzunun İngiliz olmasıyla olay son noktayı bulmuş. Söylentilere göre tüm bu saplantı, her şeyin İngiliz olmasını buyuran ve setten hiç ayrılmayan yazar J.K.Rowling’in başının altından çıkmış (Hollywoodda ne (!). Ülkemize dönmek gerekirse, dublajdan gerçekten bahsetmek istemiyorum, yine de şöyle desem anlarsınız sanırım:
“Hagrid”, “Hermayni”, “Damblidor ”... Tüm bunların yanı sıra oyuncuların performansını, görüntü yönetmenliğini, kostüm tasarımını, makyajı ve özellikle de soundtrack’i takdir etmemek ayıp olur. Gerçekten başarılı olduklarına inanıyorum. Yine de insanın aklına şöyle bir soru takılıyor: Acaba kitaba kutsal kitap muamelesi yapan Colombus yerine yüzyılın yönetmeni Spielberg ya da sinema sektörünün delisi Terıy Gilliam filmi alsalardı yazdığım bu metin daha mı değişik olacaktı? O zaman başlık “Ne iyi yaptınız!” mı olacaktı? Kim bilir...


EmoticonEmoticon